Sakaryalılara sorarsan kimi acelle diyor, kimi açelya. Ama açelya daha güzel oturuyor sanki dilimize. Yaylada küçük göletler var, balık tutuluyor, İsrail sazanı diyorlar en yaramazına. Hafta sonları şehirden bunalanların mekanı artık yeni dönemde yaylalar oluyor. Yazın gidilebilecek en serin yer oralar çünkü, tabii güzellikleri de insan ruhunu dinlendiriyor.
Fındık bahçeleri arasından yukarı vuruyorsun, Kuzuluk’u üç beş km geçtikten sonra sağdan küçük bir tabela çarpıyor gözünüze. Tabela demeye bin şahit. Zar zor okunuyor. Virajlardan başımız döne döne çıkıyoruz. Bir yan uçurum, bir yan alabildiğine yeşil. Yeşil de öyle böyle değil. Her ton okşuyor gözlerimizi. Yeşile, ufka, denize ve güzel yüze (hela olana) bakmak gözlere şifadır denmiş. Hissediyor insan bunu inanın.
Yayla deyince akla en çok Karadeniz geliyor, ama egzoz gazı, trafik ve stresten bunalan İstanbul halkı nasıl gitsin ta oralara. Bereket Sakarya var, o da karadeniz sayılır. Herkesin pek de bilmediği yaylalar çok güzel. Keremali yaylası, Açelya Yaylası. Keremali demişken, Sakarya Akyazı’da bir mübarek sahabe ve oğlu yatıyor. İstanbul muhasarasına katılmış, gidişte baba hastalanıp şehit olmuş, dönüşte yaralı oğlu. Abdülkerim (ra) ve oğlu Ali. İkisine birden Kerimali demiş ahali. Türbesi var lakin pek de bilinmiyor. Bir haftasonu şoförümüz seyit, (Deli seyit derler) arabanın direksiyonunu o ana yoldan sağa kırınca, macera başladı dedim. Meğer bu arabanın her ay rot balansının niye dağıldığını anladım. Bu yaylalara çıka çıka canına okumuş arabanın. Araba yukarı çıkarken başım dönüyor, ama etrafın güzelliğine kapılıyorum. Hava serin ve çok temiz. Akyazı ilçesinin 35-40 km güneyinde yer alıyor Açelya, pardon acelle. Ortalama 40-50 dakika sürüyor tırmanışımız.
Tırmanış bitiminde uzun bir düzlük, minik göletler, meleyen kuzular, koyunlar, keçiler… Bir çobana rastlıyoruz. Emekli olmuş ve hayvancılıkla ilgileniyor, bayramdan senden alırsak indirim var mı diye başlıyoruz. Bir sığınak oluyor bize yayla. Dağılmış kafamız, bulanmış zihnimiz kendine geliyor. Gürültü yok, kirlilik yok, hatta çıt yok. Tertemiz yayla havasını içimize çekince fazla oksijenden başımız dönüyor. Nerdeyse “bana biraz egzos dumanı, biraz kirli hava getirin de kendimize gelelim” diyeceğiz. Yayla geniş yapraklı, iğne yapraklı ağaçlardan oluşuyor çoğunlukla. Ağaçlar oldukça güzel ve büyük. Ayrıca orman içinde dolaşırken, orman gülü ve şimşirden oluşan bodur ağaçlar da var. Kanlıca, kuzuböreği gibi yer mantarları mebzul.
Yaylanın orta sından bir dere geçiyor ki adına “enişte deresi” diyorlar. Amcanın biri sarkıtmış oltayı, geçmiş kendinden. Yaklaşıp “rastgele” diyoruz. Derin bir uykudan uyanıyor. Balık var mı amca, buralarda, “Olmaz mı diyor” genelde sazan türü pullu balıklar, su kertenkelesi, bol kurbağa ve “İsrail sazanı” çıkar. İsrail lafını duyunca buz gibi oluyorum. Bu kelime aklıma, zulüm, gözyaşı, huzursuzluk olarak yayılıyor.
“Bu kelime nerden icab etti” diyorum. Abi diyor amca, “bu balık nehirde kendi hemcinsine saldıran, ortamı huzursuz kılan tek balık. O yüzden bu adı vermişler” Şaşırıyoruz. Yaylada her yıl temmuz ayının son haftası, genellikle 25-26-27 Temmuz tarihlerinde şenlikler düzenlenir. Dışardan gelenlerin kalabilecekleri otel-motel, kamp türü konaklama yeri olmayan yaylada, sürekli ikamet edenlerin ahşap evleri var.. Bunun dışında şenlik boyunca 200-250 civarında çadır kuruluyor, davullar çalınıyor, gerçi biz şenlik, bayram zamanını kaçırmışız. Olsun, bize hergün bayram…