Fare, bir devenin yularına yapışmış, onunla birlikte gidiyordu. Gidiyordu ya, gurur ve kibri de kendisiyle
birlikte gidiyordu.
Deve, ömrü boyunca bu kadar kibirli, kendini beğenmiş ve üstün gören biriyle karşılaşmamıştı. Fare, kendi
kendine:
‘Ne büyük bir rehbermişim de haberim yokmuş. Deveyi yularından tutmuş götürüyorum.’ diyordu.
Az sonra bir ırmağa çıktı yolu devenin. Gürül gürül çağlayarak akıyordu. Deve duraksadı. Akıntı güçlüydü.
Ama rahatlıkla geçebilirdi. Fareninse beti benzi atmıştı.
‘Eyvah!’ dedi. ‘Şimdi ne yapacağım?’
Deve, az önce gururundan yanına yaklaşılmayan fareye baktı:
‘Hayrola dostum!’ dedi. ‘Ne oldu?’
Fare kekeledi:
‘Yo, yok bişey!’
Deve:
‘Haydi!’ dedi. ‘Paçaları sıva da gir suya, kılavuz sen değil misin?’
Fare, zor durumdaydı:
‘Bu koca ırmağı nasıl geçerim?’ dedi. Sesi yumuşamış, yelkenleri indirmişti.
‘Su çok derin!’
Deve ağır ağır girdi suya. Birkaç adım attı. Su dizlerindeydi:
‘Korkmana gerek yok!’ dedi. ‘Bak, dizlerime geliyor!’
Fare yalvarır gibi:
‘Aziz üstad…’ dedi. ‘Senin dizine gelen su, benim başımı kaç metre geçer Allah bilir.’ Deve taşı gediğine
koyarak:
‘Öyleyse…’ dedi. ‘Bir daha böbürlenme, haddini bil!’
Ve ekledi:
‘Haydi hörgücüme geç de gidelim.’