Hikaye/Masal

Kurbanlığın Sevinci

Sabır ile bilendik,
Kurban olmak ne güzel!
İsmail’den öğrendik,
Kurban olmak ne güzel!

Duyun, melekler duyun;
Bu, cennetlik bir oyun.
İster koç, ister koyun,
Kurban olmak ne güzel!

Çocuklar süsler bizi,
Eliyle besler bizi.
Unutup kendimizi
Kurban olmak ne güzel!

Mest olup uçmak için,
Sırat’ı geçmek için,
Kevser’den içmek için
Kurban olmak ne güzel!

Mübarek bayram günü,
Müminlerin düğünü.
Adayıp tatlı canı,
Kurban olmak ne güzel!

Bestami Yazgan

Küçük Taş ve Karınca

kucuk-tas-ve-karinca

Küçük bir taş parçasıydı. Masmavi denizin, köpük köpük dalgalarıyla öptüğü bir kıyıda yaşıyordu. Çocuklarla oynamaya bayılıyordu. Hele küçük dostlarının onu denize atmaları nasıl hoşuna gidiyordu bir bilseniz… Gün boyunca güneşin altında kalkmak kolay mı sanıyorsunuz? Denize düşer düşmez güzel bir serinlik sarıyordu bedenini.
Sonra hızla dibe iniyordu. Büyük bir keyifle balıklarla oynuyordu. Yengeçlerle eğleniyordu. Ama çok geçmeden yine deniz kıyısını ve çocukları özlüyordu. İşte o zaman, dalgaların yükselerek onu yeniden kıyıya taşımasını beklemekten başka çaresi yoktu… Aslında çocuklardan başka yakını da yoktu. Binlerce yıl önce, yemyeşil ovaların sırtını dayadığı Koca dağdan, kopup irili ufaklı pek çok kardeşiyle birlikte sahile yuvarlanmıştı. Koskocaman bir dağken, minicik bir taş parçasına dönüşmek önceleri çok ağırına gitmişti. Ama daha da kötüsü vardı… Yıllar geçtikçe, çevresindeki
taşlar biraz daha ufalanıyor, küçülüyordu.


Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Pirinç Tanesi

Beş yaşında idim. Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı. Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu. Çocukluk iste, – Aman babaanne, dedim. Bir pirinç tanesi için bu
kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi? Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu. – Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun’ dedi. – Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanın göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun? Utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Aradan yıllar geçti. Hukuk Fakültesinde öğrenciyim. Alain’in proposlarini okuyorum. Birden irkildim. Babaannemi hatırladım. Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu. İlave ediyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu. On dokuz yıl evveldi. Stockholm’e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi. Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm. ‘’Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın, yanda bir kutu var oraya  bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun’ diyordu. Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde’ İsveç çeliğinden yapılmıştır’ diye yazardı. İste o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu. İsviçre’de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi  uyurur.
‘’Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek. Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz,  kullanmadığınız 31 ne kadar kitap, dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa, kapının önüne koyun. İsviçre’nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç ziyanına engel olun.’’

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

ALPARSLAN

Torunlarım dört yana, kol kol, gitsin;
Malazgird’den İstanbul’a yol gitsin!
Gelip sana çarpan gücü, yavaştan
Anlamazsa, haritadan sil, gitsin!

Şehidlerim, Allah’a, al al, gitsin,
Yaralıma su verene bal gitsin!

Taclarını bir şey sanan gururlar
Tahtlı gelip, taclı gelip kul gitsin!
Fakat, harb bu: kalmak da var, ölmek de;
Esir olup kalmaktansa öl, gitsin!

Şehidlerim uçmağa, al al, gitsin,
Yaralıma su verene bal gitsin!

Çekilirmiş gibi davran merkezde
İki yandan sağ yürüsün, sol gitsin!
Olsa da son saatin son dakkası,
Senden aman dileyeni sal, gitsin!

Şehidlerim, Allah›a, al al, gitsin,
Yaralıma su verene bal gitsin!

Ve gönlünden kopup, bize bir yaprak,
Bir tomurcuk gönderene gül gitsin.
Düğünlerde tadı gelsin barışın:
Kızlarıma duvak gitsin, tel gitsin!

Şehidlerim Huzura, al al, gitsin,
Yaralıma su verene bal gitsin!

Arif Nihat Asya

Yıldız Ağacı

Çok eskilerde, bir ülkenin sevilen bir padişahı, bu padişahın da Zühre adında güzeller güzeli bir kızı varmış. Yıllarca
çocuğu olmayan padişaha Allah yaşlanma döneminde nur topu gibi bir kız evlât ihsan edince, ona “yıldız” anlamına
gelen “Zühre” adını koymuş padişah.
Zühre altı yaşına geldiğinde yüzündeki sağlık ve güzellik parıltılarıyla gerçek bir yıldız gibi görenlerin gözlerini kamaştırır
olmuş. Ne var ki, sarayın gül bahçesinde oynarken sonbaharın serin rüzgârlarından üşümüş, hastalanmış Zührecik. O gece
ağrılarla girdiği yatağından bir daha kalkamamış ve günlerce ateşler içinde yatmış.
Padişah deliye dönmüş biricik kızının hastalığından. Ülkenin bütün hekimleri bir bir gelerek bu güzel kızı eski sağlığına
kavuşturmak için ellerinden geleni yapmışlar. Ama bir düzelme, iyileşme yokmuş Zühre’de. Tüm saray, tam ülke çaresizlik
içinde derin bir kedere boğulurken umutlar da gün gün erimeye başlamış.
Göklerin gürlediği, sert şimşeklerin çaktığı ve delice rüzgârların estiği bir gece Zühre iyice kötüleşmiş. Solukları zor fark
ediliyormuş artık. Derin uykularda arada bir inliyor, her iniltiyle yaşam bağlarından birini koparıyormuş sanki. Padişah ağlıyor,
dualar ediyormuş başında. Ve Zühre bir yıldız gibi bu âlemden öbür âleme kayıyormuş hızla.
Padişah son bir kez eğilmiş, omuzlarından tutarak sarsmış yavrusunu.
– Zührem! Yıldızım! Güneşim! Daha başındasın yavrum. Böyle tez bırakıp gitme ne olur. Gitme!
Bu iç paralayıcı yakarışlar karşısında derin uykularından sıyrılmış, gözlerini
açmış Zühre. Dudakları zorlukla kıpırdamış, fısıldamış inleyerek.
– Benim suçum yok baba. Adımı sen Zühre koymadın mı? Bana
yıldızım demedin mi? Yıldızlar doğar da söner de babacığım. Bak,
tek yıldız yok gökyüzünde bu gece … Ben de onlardan biriyim ve
onlar gibi kararıyorum …
Padişah ölüm acılarıyla kıvranmış bu sözlerden. Gözlerinden yaşlar süzülmüş. Pencereyi açıp “Ahh Zühreee” diye haykırmış..
Bu acılı ses dağa çarpmış taşa çarpmış, yankılanmış.
Sonra dalga dalga akarak derin kış uykularında olan ateşböceklerinin yurduna ulaşmış. Yüzlerce, binlerce ateşböceği
yuvalarından havalanıp sesin geldiği yöne var güçleriyle uçmuşlar ve gelip saray bahçesindeki o büyük çınar ağacının çıplak
dallarına konmuşlar. Ve yakmışlar tüm ışıklarını. Koca çınar ağacı, gökteki yıldızlar gibi parlak ışık noktacıklarıyla dolmuş.
Birden soluğu kesilmiş padişa…

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

ÇOCUK

Böyle çıtır çıtır
Çıtırdamazdı ocaklar
Sen olmasan.

Mırıl mırıl
Ninni bilmezdi dudaklar
Sen olmasan.

Neye yarardı oyuncaklar
Sen olmasan.

Ve soğurdu yavrum, kucaklar
Sen olmasan.

ARİF NİHAT ASYA

Haddini Bilmek

Fare, bir devenin yularına yapışmış, onunla birlikte gidiyordu. Gidiyordu ya, gurur ve kibri de kendisiyle
birlikte gidiyordu.
Deve, ömrü boyunca bu kadar kibirli, kendini beğenmiş ve üstün gören biriyle karşılaşmamıştı. Fare, kendi
kendine:
‘Ne büyük bir rehbermişim de haberim yokmuş. Deveyi yularından tutmuş götürüyorum.’ diyordu.
Az sonra bir ırmağa çıktı yolu devenin. Gürül gürül çağlayarak akıyordu. Deve duraksadı. Akıntı güçlüydü.
Ama rahatlıkla geçebilirdi. Fareninse beti benzi atmıştı.
‘Eyvah!’ dedi. ‘Şimdi ne yapacağım?’
Deve, az önce gururundan yanına yaklaşılmayan fareye baktı:
‘Hayrola dostum!’ dedi. ‘Ne oldu?’
Fare kekeledi:
‘Yo, yok bişey!’
Deve:
‘Haydi!’ dedi. ‘Paçaları sıva da gir suya, kılavuz sen değil misin?’
Fare, zor durumdaydı:
‘Bu koca ırmağı nasıl geçerim?’ dedi. Sesi yumuşamış, yelkenleri indirmişti.
‘Su çok derin!’
Deve ağır ağır girdi suya. Birkaç adım attı. Su dizlerindeydi:
‘Korkmana gerek yok!’ dedi. ‘Bak, dizlerime geliyor!’
Fare yalvarır gibi:
‘Aziz üstad…’ dedi. ‘Senin dizine gelen su, benim başımı kaç metre geçer Allah bilir.’ Deve taşı gediğine
koyarak:
‘Öyleyse…’ dedi. ‘Bir daha böbürlenme, haddini bil!’
Ve ekledi:
‘Haydi hörgücüme geç de gidelim.’

Ben Özgür Olmalıyım!

ben-özgür-olmalıyımİlkenin doğum günüydü. Babası İlkeye doğum günü hediyesi olarak kafesin içinde Minik bir kanarya kuşu almıştı.

İlke bu güzel minik sarı kanaryayı görünce önce çok sevinmişti ama daha sonra bu güzel kuşun küçücük bir kafesin içinde hapis olmasına çok üzülmüştü.

Minik kanaryanın gözlerinin içine baktığında bu durumdan onun da pek mutlu olmadığını anladı. İlke kafesin içindeki minik kuşuna;
“Bu küçücük kafesin içinde yaşamaktan mutlu musun? “ diye sordu.
Minik kanarya boynunu eğerek “Tabii ki mutlu değilim ama ne yapabilirim ki? Bu kafesin içinde olduğum için uçmayı bile unuttum! “ dedi ve devam etti ;
“Beni çok sevebilirsin, bana su ve yem verebilirsin ama özgürlüğümü verebilir misin?. Ben özgür olmalıyım, doğadaki yaşamam gereken yelerde!” dediğinde ilke kafesin kapısını çoktan açmıştı bile. “Özgürsün minik kanarya kafesinin kapısı açık, istediğin her şeyi yapmak artık senin elinde.”
Minik kanaryanın gözleri sevinçten ışıl, ışıl parlıyordu. İlkenin odasında bir o yana, bir bu yana biraz tökezledi ama az sonra odanın içinde kanatlarını gere gere uçmaya başlamıştı.
“ Yaşasın uçuyorum, uçuyorum demek ki uçmayı hala unutmamışım“ diye sevinç çığlıkları atıyordu.
İlke kanaryanın bu mutlu halini bir süre seyrettikten sonra…

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

ANNEM BİR AY PARÇASI

Annem sevgi bahçesi,
Gül çiçeğin gökçesi…
Geceleri üstümü,
Örten bir ay parçası.

 
Annem kardeşim gibi,
Oyun arkadaşım gibi,
Sabahları üstüme
Doğan güneşim gibi.

 
Kanadım, kolum annem,
Peteğim, balım annem,
Minicik tomurcuğum;
Yaprağım, dalım annem.

 
Elinle süslenirim,
Dilinle seslenirim,
İstemem sarayları
Göğsüne yaslanırım.

 

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.