Hikaye/Masal

Hayal Gücü

hayal-gucuBir küçücük oğlancık, bir gün okula başlamış. Pek mi pek akıllıymış. Okulu da pek büyükmüş. Ama akıllı çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş. Buna çok sevinmiş. Artık okulu ona kocaman görünmüyormuş. Bir zaman sonra, bir sabah öğretmen demiş ki; “Bugün resim yapacağız.” “Ne güzel ! “ demiş çocuk. Resim yapmasını pek severmiş. Her türlüsünü de yaparmış. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler … Mum boyasını çıkarmış ve çizmeye başlamış. Ama öğretmen “Durun!” demiş. “Henüz başlamayın.” Ve çocuk herkes hazır olana kadar beklemiş. “Şimdi” demiş öğretmen, “Çiçek çizmesini öğreneceğiz.” “İyi demiş” çocuk. Çiçek çizmesini çok severmiş ve pek güzellerini yapmaya başlamış pembe, mavi, turuncu mum boyalarıyla.. Ama öğretmen, “durun” demiş, “size nasıl yapacağınızı göstereceğim.” Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. “İşte” demiş öğretmen, “Böyle çizeceksiniz. Şimdi başlayabilirsiniz.” Küçük çocuk bir öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininkine… Kendininkini daha bir sevmiş ama bunu söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Bir Hastanın Günlüğünden

hikayeMerhaba, ben Gizem. Size hayat hikayemi anlatacağım biraz. Ben küçükken skolyoz hastasıydım skolyoz nedir derseniz kamburdum omuriliğim “S“ harfini almıştı. Ameliyat olacaktım çok korkuyordum ağlamıştım, 2 kere ameliyat oldum, nefes darlığım vardı doktor onun için bana hava gibi bir alet verdi onu azıma takınca rahat nefes alıyordum. Bir kaç gün onu taktım hastanede. Yoğun bakımda 17 gün kaldım, hastaneden çıktığıma çok sevinmiştim ama yine  ameliyat olacaktım. Bunun nedeni bir arkadaşım yanlışlıkla beni salıncaktan düşürdü ve kolum kırılmış gibi hissetim ama kolum kırılmadı sadece ağrıdı. Kolum çok acımıştı ve sırtımdaki metal oynamıştı ve onun için ameliyat oldum hastanede kaç gün kaldığımı hatırlamıyorum. Tuhaf tuhaf rüyalar görüyordum yoğun bakımda. Hep beni yürütmeye çalışıyorlardı, zar zor yürüyordum. Doktorlar beni çok seviyordu. Bir doktor amcayla balondan yüzler yaptık bir sürü tabi eldiven balondan çok güzel olmuşlardı tabi sonradan söndüler. Hastanede hep dışarı çıkmayı gökyüzünün o masmavi  bembeyaz bulutlarını görmek istedim, o mis gibi kokan  çiçeklerini koklamayı istedim. O sakinleştirici havanın sesini hep duymak istedim ve birkaç gün sonra hastaneden çıktım, korseyle dolandım. Belimi dik tutması içindi. Okula gidince bazı arkadaşlarım bana mektup yazmışlardı çok güzeldi . Mektuplarda ne yazdığını pek hatırlamıyorum ama o kağıtları hala saklıyordum. Ben evdeyken annem bana dedi ki seni çok özledim kuşum sen yokken ablan, teyzen, abin, ben yani annem ve babam   benim için çok ağlamışlardı. Bir de sen yokken ev o kadar sessizdi ki dedi… Nihayet korseden kurtuldum yani bir daha takmadım.

Ablamlarla evde bir kere korku filmi izlemiştik adı “mama“ yani anne adlı korku filmiydi ablam çok korkmuştu. Damla ablamın bağırtısından Büşra ablam korktu ışığı bile kapattırmadı çok korkmuştu ben hiç korkmadım. Çünkü ben mama`yı birkaç kere izledim  başka film açmadık televizyonu kapattık uyuduk. Uyurken bile hayaller kurardım belki biraz saçma gelebilir teyzemlerde kalığım günde sanki rüyamın içinde sıkışıp kalmıştım. Rüyamın içinde dört ayrı rüya gördüm uyanıp durdum uyandığımda korkmuştum yine ameliyat olacaktım. Bu sefer zayıf oldum ve yemediğim için  başka hastanede olacaktım benimle aynı yaşta aynı hastalıkta bir kız arkadaşım oldu. O da skolyoz hastasıydı. Onunla oyunlar oynadık telefonla resim çektirip video çektik ameliyat olacağımız gün ilk o girdi. Annesiyle babası çok ağladı ama ameliyat etmeden kızı geri getirdiler ameliyat başarısız geçer diye korktular. Beni de etmediler annem ve arkadaşım çok sinirlendiler

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Sigorta

sigortaGenç  adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.

Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşamüzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu

İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu. Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı, iyi bir ders vermeliydi!. Ona öfkeyle bağırdı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi.

Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:

– Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!.Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ipucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.

Oğlu, en son sayfada:     “Bu gece…

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

İnanmanın gücü

inanmanin-gucuBir okulda, okul müdürü üç öğretmeni çağırıp şöyle dedi: “Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uzman kişiler olduğunuz için, doksan tane seçkin üstün zekâlı öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da aynı hızla çalışıp çok iyi bir eğitim almalarını bekliyoruz.”

Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne ve babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlardı. O okul dönemi hepsinin özellikle hoşuna gitti. Okul bittiği zaman öğrenciler şehirdeki diğer öğrencilere göre yüzde 20-30 daha başarılıydı. Yıl sonu geldiğinde müdür üç öğretmeni çağırıp onlara: “Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90’ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi. O 90 öğrenciyi listeden tesadüfen seçtik” dedi

Bu gerçeği duyan öğretmenler, öğrencilerde görülen yüksek başarının kendi öğretme kabiliyetleriyle ortaya çıktığını düşünmeye başladılar

Ama okul müdürü:

“Bir itirafım daha var” dedi.

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Hazine Kitabı

hazine-kitabiBüyük Selçuklu Sultanlığı döneminde İran’ın ufak bir şehrinde tek oğlu olan dul bir kadın yaşıyormuş. Dünyadaki hayatının sonuna gelmiş olduğunu hissedince oğlunu çağırmış ve ona şöyle demiş: “Çok güçlük içinde yaşadık, çünkü fakiriz; ama sana büyük bir zenginlik emanet ediyorum. Onu bana ünlü bir bilgin hediye etmişti. İçinde muazzam bir defineye ulaşmak için bütün gereken işaretler mevcut. Benim bunu okuyacak ne takatim ne de zamanım var. Şimdi onu sana emanet ediyorum. Talimatları uygula, çok zengin olacaksın!”

Annesini kaybetmenin verdiği derin üzüntü geçtikten sonra oğul, o eski ve değerli büyük kitabı okumak üzere almış. Kitabın baş kısmında şöyle yazıyormuş: “Hazineye ulaşmak için sayfa atlamadan okuyunuz. Eğer hemen netice kısmına bakarsanız, kitap kendiliğinden yok olacak ve hazineye erişemeyeceksiniz.” Bundan sonra ise uzak bir ülkede birikmiş olan zenginliğin miktarından bahsediliyormuş ve ayrıca, bu hazinenin bir mağarada çok iyi korunmakta olduğu da yazılıyormuş. İlk sayfalardaki Farsça metin bir yerde kesilmiş ve bundan sonrası Arapça devam ediyormuş.

Kendini şimdiden zengin olarak görmekte olan genç, başkaları da bu sırrı öğrenip, üstelik de kendisine yanlış bilgi vererek hazineye sahip olmasınlar diye metni tercüme ettirmeye teşebbüs etmemiş. Onun yerine büyük bir ihtirasla Arapça öğrenmeye başlamış. Sonunda metni mükemmel şekilde okuyacak hale gelmiş. Fakat bir noktadan sonra kitap Çince devam ediyormuş. Sonra da başka lisanlar geliyormuş. Genç adam azimle ve sabırla bunların hepsini çalışmış.

Bu arada yaşamak için gereken parayı da bu öğrenmiş olduğu lisanlardan temin etmeyi başarmış ve bir süre sonra da başkentin en iyi tercümanlarından biri olarak tanınmış. Böylece, bir zaman sonra hayatı toparlanmaya başlamış. Birçok lisanda yazılmış bir dolu sayfadan sonra kitapta bu hazinenin nasıl idare edilmesi gerektiğine dair talimatlar varmış. Buraya geldikten sonra genç adam istekli bir şekilde iktisat ve ticaret öğrenmiş; ayrıca hazineyi bir kere ele geçirdikten sonra aldatılmalara maruz kalmamak için kıymetli metallerin ve mücevherlerin, menkul eşyaların ve gayrimenkullerin değerlerini belirlemeyi de öğrenmiş. Bu arada daha iyi bir hayat sürdürebilmek için de, öğrendiklerini uyguluyormuş.

Hatta onun çok lisan bilen ve maliyeden iyi anlayan biri olarak şöhreti saraya hatta krala kadar ulaşmış. Ona önceleri bazı ufak vazifeler veren kral, sonunda onu krallığın genel valisi olarak tayin etmiş. Birçok önsözden sonra kitap sonuna doğru gereken daha teknik konular giriyor ve büyük kapı nasıl inşa edilir, vinç nasıl kurulur, mağaraya erişmek için bocurgat nasıl kurulur, büyük taş kapılar açılırken, büyük taş kütleler nasıl çıkartılır, yol yapımında yolları düzlemek için dolambaçlı yerler nasıl doldurulur ve buna benzer konuları anlatıyormuş. Bu sırrını asla hiç kimseyle paylaşmayı düşünmeyen ve dolayısıyla hiç kimseden yardım almayan o dul kadının oğlu, böylece bilgili ve sayılan bir kişi olmuş. Daha sonra mühendislik ve şehir planlamacılığı çalışmış. Nihayet, kültürü çok takdir eden kral, onu vekili ve sarayın mimarı atamış ve derken sonunda vezirliğe yükseltmiş

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Arkadaş Arayan Kurbağa

kurbaga

Ormanlık bir bölgede bulunan bir su birikintisinde yaşamakta olan kurbağacık hiç arkadaşı olmadığından yakınıyordu. Bu kurbağacık vaktinin çoğunu su birikintisinde yüzerek geçiriyor, bazen de sudan çıkıp, çimenlerin üstünde zıplayarak geziniyordu. Her gün bir önceki günün tıpatıp benzeriydi. Her gün aynı şey, hep aynı şeyler. Bitmek tükenmek bilmeyen bir tekdüzelik kurbağacığı canından bezdirmişti. Kurbağacık bir gün kızdı kendine: “ Sanki bütün ömrünü bu su birikintisinde geçirmeye pek meraklısın.. Dünya senin zannettiğin kadarcık mı sanki? Dünya bu kadar küçücük mü sanki? Neden kurtarmazsın kendini buradan, çekip gitmezsin buralardan? Eğer sen bu yaşadığın su birikintisine dünya diyorsan, bil ki, sen bu dünyanın değil, bambaşka dünyaların kurbağasısın.. Şunu hiç aklından çıkarma: Arzuladığın yaşama ancak bu su birikintisinden uzaklaşarak kavuşacaksın..” Kurbağacık hemen o anda kararını verdi. Buradan ayrılarak yola çıkacak, gideceği yerlerde kendine arkadaş arayacaktı. Kurbağacık ormanda günlerce yol aldı. Artık ormanın sık ağaçları seyrekleşmiş, küçük bir düzlüğe çıkmıştı. Birden yerde parlak bir şey gördü. Bu da neydi böyle? Parlak şeye baktığında çok şaşırdı. Bunun içinde bir kurbağa vardı ve o kurbağa da kendisine bakıyordu. Geriye dönüp, bir taşın arkasına saklandı. İlk şaşkınlığı geçtikten sonra bu parlak şeyin çok ince olduğunu ve içinde kurbağa falan olamayacağını anladı. O zaman durum apaçık ortadaydı: Parlak şey ayna olmalıydı ve aynada kendini görmüştü. Kurbağacık aynayı alarak yakındaki bir ağacın kenarına kenarına yasladı. Aynanın karşısına geçerek türlü şaklabanlıklar yapmaya başladı. Bazen iki ayağı üstünde doğruluyor, bazen zıplıyor, bazen de derin nefes alıp göğsünü, yanaklarını şişirerek aynadaki aksini seyrediyordu. Bu hareketlerin içinde en hoşuna giden, aynada kendini iri görmek olmuştu. Gittikçe daha derin nefes alarak daha iri gözükmeye başladı. Sonunda, öyle bir an geldi ki, kurbağacık yusyuvarlak oldu ve ayaklarının yerden kesilip yükselmeye başladığını fark etti. Kurbağacık hiç bozuntuya vermedi. Yerden on metre kadar yükselince ağzından biraz hava bıraktı. Daha fazla yükselmek gereksizdi. Her işte her şey seviye seviyeydi. Seviyesinin dozunu tam olarak ayarlamalıydı. Bir kuş değildi ki o, çırpsın kanatlarını, yükselsin gökyüzüne, uçsun uçabildiğince.. Nereden baksan bir küçük kurbağacıktı. Olmaz denirdi, kurbağalar uçamaz denirdi, hayal gibiydi ama gerçekti. Uçuyordu işte. Kurbağacık şöyle bir etrafına bakındı. Yön tayini yaptı. Ormandan gelmiş, şu tarafa gidecekti. Sağ ön ayağını gideceği tarafa doğru mihaniki bir hareketle uzattı. Hayret!.. Gitmek istediği tarafa dönüvermişti. Döndü iyi de hala havada hareketsiz duruyordu. Birden suda arka ayaklarını ileri gitmek için kullandığını hatırladı. Arka ayaklarını yavaş yavaş göğsüne çekti, geriye doğru bıraktı, çekti, bıraktı. Düşündüğü tastamam olmuştu. İlerleyebiliyordu. Artık canının istediği kadar gidip, istediği yerde de aşağı inebilecekti.

Kurbağacık bir süre uçtuktan sonra bir dere kenarında boylu boyunca uzanmış yatmakta olan yaşlı kurbağayı fark etti. ‘ Mutlaka bir rahatsızlığı vardır yaşlı kurbağanın ‘ diye düşündü. ‘ Çünkü hiçbir kurbağa böylesine açıkta yatmaz. Eğer yatarsa bu onun tehlikelere davetiye çıkartması anlamına gelir. İnip bakayım nesi varmış yaşlı kurbağanın. ‘

Yaşlı kurbağanın düşüp kaldığı bu çayırlık bir mesire yeriydi. İnsanlar günlük güneşlik yaz günlerinde hafta sonlarını burada geçirirler, piknik yaparlardı. Bir kendini bilmez yanında getirdiği şişenin içindekini içmiş, giderken de atmış şişeyi kırmıştı. İşte yaşlı kurbağa önündeki bu kırık şişenin bir parçasına basınca ayağından yaralanmış ve canının çok acımasına dayanamayarak bayılmıştı. Yaşlı kurbağa kendine geldikten sonra olanları kurbağacığa anlattı ve yardım etmesini istedi. Kurbağacık: “ Efendim, böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmadım. O cam parçasının ayağınızın altından çıkarılması lazım. Ben bunu başaramam. Gelirken görmüştüm. Az ilerde dere kıyısında iki çocuk balık tutuyordu. Gidip onları çağırayım, size yardım ederler herhalde “ dedikten sonra zıplayarak uzaklaştı. Kurbağacık çocukların yanına geldiğinde: “ Lütfen yardım eder misiniz? Yaşlı bir kurbağa ayağından yaralanmış az ilerde yatıyor. Ne olur benimle gelin ona yardın edin , onu kurtarın. İyilik yapmak sevaptır. Haydi çocuklar, lütfen kalkın, benimle gelin “ dedi.

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Ekmek atmayın bre!

Güney Almanya’da Obendorf şehri yeşillikler içinde bir Orta Avrupa kasabası. 1965 yılından sonra iş gücü olarak göç eden insanlarımızın çocuklarının açtıkları döner dükkanları, kafeleri ile Anadolu insanının olduğu bu şehrin mezarlığında çok eskilerden izler vardır. Sonbahar Alman şehirlerinde karnaval mevsimidir. Geçmişi tarihin derinliklerine dayanan bu gelenek Almanlar için çok önemlidir.
Karnavallara kendilerince isimler takıp neredeyse milli bayram gibi kutlamalar yaparlar. Geleneksel kıyafetler giyilir. Bando mızıka eşliğinde geçit resmi yapılır danslar edilir. Karnavallar aslında hasat kutlamalarıdır. Her bölge kendi hasadını kutlar. Üzüm, Çilek, Kuşkonmaz… Obendorf’un da kendine has bir karnavalı vardır. Obendorf karnavalında başrolde ne üzüm, ne çilek, ne de Almanya’da yetişen başka bir ürün vardır. Orta Avrupa’nın hiçbir yerinde yetişmeyen bir meyve bu karnavalda başrol oyuncusudur. Bu meyve ne mi? Portakal!..
Portakalın Almanya’da ne işi var?

Biraz gerilere gitmek gerekecek.
Şehir Mezarlığında ayrılan özel bir bölümde 9 Osmanlı mezar taşı var. Bu mezarlarda yatanlar 1879 yılında Sultan 2. Abdülhamit’in emri ile Obendorf’a bir karnaval günü giriş yapmıştı. Mauser silah fabrikasını ziyaret amacı ile gelen heyetin başında Mahmut Şevket Paşa vardı. Şehre kuzeyden giriş yapan heyet bir anda karnavalın ortasında kalmıştı. Heyetimizin ilk defa gördüğü karnaval önce karşılama konvoyu olarak algılanmış ardından gerçekleri Alman yetkililerin açıklamalarıyla öğrenmişlerdi.
Sokak kenarında bekleyenler karnaval konvoyuna çiçekler ve ekmek atıyordu. Mahmut Şevket Paşa karnavalı derhal durdurdu. Sokağa ekmek atılması ve ekmeğe yapılan hürmetsizlik Osmanlı heyetini rahatsız etmişti.
-Bre durun!.. Niçin ekmek atarsınız? Nimettir?

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Sultan ve Deniz

masal

Bir zamanlar, uzak diyarlardan birinde bilge bir sultan yaşardı. Her hükümdar gibi onun da etrafı
onlarca yağcıyla doluydu. Sarayında hangi odaya girse iltifatların, övgülerin bini bir paraydı.
Yalakalar, dalkavuklar gelip gidip:
”Siz gelmiş geçmiş en kudretli sultansınız, efendim!”
”Sultanım! Kimsenin, hiçbir şeyin gücü sizinkiyle boy ölçüşemez.”
”Sizin kudretinizin yetemeyeceği hiçbir şey olamaz, efendim.”
”Siz sultanların sultanısınız ey aziz hükümdar. Kimse size itaatsizlik etmeye cesaret edemez.”
Dediğimiz gibi, sultan aklı başında biriydi ve bu tür aptalca sözleri duymaktan bıkmış usanmıştı.
Bir gün deniz kenarında yürürken, her zamanki gibi kendisine övgüler yağdıran saray ahalisine ve
adamlarına bir ders vermek istedi.
”Benim bu dünyadaki en büyük insan olduğumu söylüyorsunuz, öyle mi?” diye sordu adamlarına.
”Sultanımız!” diye atıldı hepsi bir ağızdan. ”Sizin kadar kudretli, sizin kadar büyük hiç kimse gelmedi
bu dünyaya.”
”Yani herşey bana itaat eder, diyorsunuz, öyle mi?’ diye devam etti sorularına sultan.
”Kesinlikle efendimiz” diye karşılık verdi saraylılar.
”Dünya sizin önünüzde eğilir ve size ram olur.”
”Demek öyle,” dedi sultan. ”O zaman bana tahtımı getirin ve kıyıya koyun.”
”Derhal sultanımız.”
Ve tahtını hemen getirip kumların üzerine yerleştirdiler.
”Denize yaklaştırın,” diye seslendi sultan. ”Tam şuraya, kumsala koyun.”
Sonra tahtına oturdu ve önündeki denize bakmaya başladı. Biraz sonra adamlarına sordu:
”Bir dalganın gelmekte olduğunu görüyorum. Sizce ona emir versem durur mu?”
Sultanın adamları ne diyeceklerini bilemediler.
”Hayır” demeye de cesaret edemediler.
Sonunda, ”Siz emredin dalga size itaat edecektir
Sultanım” demek zorunda kaldılar.
”Pekala’ dedi Sultan da. ‘Ey dalga, sana emrediyorum:
Dur! Deniz, sana da emrediyorum: dalgalanmayı
bırak!”

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Dünyaya Düşkün Adam

Bir memlekette kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri olan bir adam yaşarmış ki; bir kez olsun güldüğünü gören olmamış. Kapısını kim çalsa en ağır sözlerle onu evinden kovarmış. Hiç kimseden hoşlanmadığı için hiç kimse de ondan hoşlanmazmış.     Bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan benzi solmuş bir adam bu katı yüreklinin evine varmış, kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında bir dilenci görünce onu uyarmak istemiş ve demiş ki;

– Bu evin sahibi çok katı yüreklidir. Sana hiçbir şey vermez. Ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur. Yoksa kalbini kırar.     Hizmetçi dilenciye bu sözleri söylerken evin sahibi çıkagelmiş. Gür sesiyle evi inleterek;

– Kimdir beni rahatsız etmekten çekinmeyen, diye sormuş.     Dilenci elini uzatarak;

– Efendim, ben çok açım. Bir parça ekmek vererek iyilikte bulunmak istemez misiniz, demiş.     Adam öfkeden ne yapacağını şaşırarak dilenciye haykırmış:

– Sor bakalım, bu memlekette benim evimden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmış mı? Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara. Ne diye sana yardım edeyim!     Bu sözleri işiten zavallı dilencinin kalbi kırılmış. Usulca elini çekmiş, tek kelime etmeden dönmüş gitmiş. Fakat adamın o halini merak etmemek mümkün mü? Dilenci de merak etmiş tabiî. Kendi kendine konuşmuş durmuş:

– Ben fakirim, hiç gülmesem “niye gülmüyorsun” diye soran olmaz. Peki bu adamın derdi ne? Aç değil, açıkta değil. Memleketi satın alacak kadar parası var. Ama güldüğü hiç görülmemiş. Yazık, ne kadar yazık. Bu hayattan zevk almasını öğrenememiş. İnsanlardan köşe-bucak kaçıyor. Bereket mi kalır o evde!     Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş. Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. O servet sanki toz olmuş uçmuş. Daha ne olup bittiğini anlamadan, adam kendisini sokakta buluvermiş. Kapı kapı 33 dolaşıp bir parça ekmek için el açmaya başlamış.     Bir gün şehrin sokaklarında böyle dolaşırken, ihtişamlı bir evin karşısında durmuş. Ve ona bakmaya başlamış. Eski günleri, o çok zengin olduğu günleri hatırından geçirir gibi uzun uzun bakmış eve. Sonra da gidip kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi karşısında bir dilenci görünce konuşmadan içeri girmiş. Kısa bir süre sonra geri döndüğünde elinde bir sepet yiyecek varmış. Sepeti dilenciye uzatırken hayretle bağırmış:

– Olamaz! Siz, siz böyle ne hallere düştünüz.     Hizmetçinin sesine gelen evin sahibi, merakla sormuş:

– Ne var, ne oluyor?     Hizmetçi, eskiden yanında çalıştığı beyin şimdi bir dilenci olduğunu, buna çok üzüldüğünü söylemiş. Ev sahibi ise dilenciyi tanıyınca bu duruma pek şaşırmamış:

– Ben, bir zamanlar onun kapısını çalan yoksuldum. Fakat o, beni evinden kovdu ve benim kalbimi kırdı. Öyle zengindi ki, gözü hiç kimseyi görmezdi. Demek ki, ondan alınan bana verilmiş. Üzülme, onu içeri al. İstediği kadar yesin içsin.     Dilenci içeri alınmış, krallara layık bir şekilde ağırlanmış. Adam yaptığı hatayı anlayarak;

– Hakkınızı helâl edin efendim, demiş. Şükürler olsun ki, henüz yaşıyorken sizinle karşılaştım. Yoksa bu hakkı nasıl ödeyebilirdim.     Bu iki insan uzun seneler beraber, o evde yaşamışlar. Ve adam gülmeyi; insanlara yardım etmenin ne kadar zevkli olduğunu, insana ne kadar güzel bir huzur verdiğini öğrenmiş.